Monthly Archives: January 2007

Namaz vakitlerinin ‘sırrı’

Âlem öyle nurlu bir sarmal içinde ki, her an beş vaktin beşi de dünya içinde ayrı ayrı yerlerde yaşanabiliyor. O vakitlerin öyle güzel sırları var ki, bize kulluğumuzu ve ahireti hatırlatıyor.

Namaz, Rabb’imizin “Celal”ine karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek, “Kemal”ine karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. “Cemal”ine karşı da kalben, lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.

İbâdetin mânâsı da kulun Rabb’ine karşı kendi kusurunu, acz ve fakirliğini görüp her şeyi elinde tutan Yüce Rabb’imizin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Her namaz vaktinde ruhumuzda canlanan şey, tek ve sonsuz olanın O (cc) olduğudur, bakî, sermedî, ebedî olan O’dur. Nurun kaynağı, ebedi saadetlerin sahibi O’dur. Her namaz vaktinde zihnimizde bu duygular sümbüllenir.

Başka bir kapı yoktur. Başımızda ecel kılıcı, ensemizde Azrail’in (as) nefesi bulunmaktadır. Kabrimizi karanlıklar yurdu olmaktan çıkarıp Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek olan şey imanımız, amelimiz ve Rabb’imize olan muhabbetimizdir. Ümidimiz O’nun (cc) rızasına, Habibi’nin (sas) şefaatine nail olmaktır. Bu yüzden her bir namaz vaktinde gizlenmiş sırlara vâkıf olmamız gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri, namaz vakitlerini izah ederken gece ve gündüzlerin alemin büyük saatinde “saniyeler”, senelerin “dakikalar”, ortalama insan ömrünün “saatler” ve alemin hayat devirlerinin de “günler” hükmünde olduğunu belirtiyor. Yine bunların birbirine baktığını, birbirine misal olduğunu, birbirinin hükmünde olduklarını ve hatırlattıklarını ifade ediyor.


SABAH VAKTİ:
Yepyeni bir başlangıçtır

Sabah tatlı bir neş’edir. Mahmurluk perdesi altında alemde pırıl pırıl tecelli eden yaratılışa aynadır. İmsak vakti, yani sabah namazı vaktinin girmesi, yani şer’i günün başlayışıyla yepyeni bir hayat başlar. Her bir namaz vakti için bir saati göz önüne getirelim (dijital saati değil!). Akrep, sabah namazı vaktini gösterdiğinde o an aynı zamanda, bizim anne karnına düştüğümüz ânı, yine kâinatın yaratıldığı 6 günden ilk günü ve yıl içindeki bahar mevsimini gösterir. Elimizi Allahü Ekber deyip kaldırdığımızda zihnimizde ana rahmindeki halimiz ve kâinatın Rahmetenlil Alemi’nin (sas) yüzü suyu hürmetine ve yine O’nun (sas) nurundan yaratılışı canlanır. Tesbih, tahmid ve tekbirlerimiz hep o hale şükür içindir.


ÖĞLE VAKTİ:
Gençlik ateşi ve Cehennem!

Öğlenin şiddetli hararetinin başları yaktığı zaman, yazın en sıcak dönemine, insanda gençliğin söz dinlemeyen en ateşli çağına işaret eder. Yine, öğlenin sıcağı bize hiçbir gölgenin bulunmayacağı mahşer gününü hatırlatır. Kainatın ömründe ise öğle vakti Hz. Âdem’in yeryüzüne iniş dönemine işaret eder.


İKİNDİ VAKTİ:
Ömrün sonu ve sonbahar

İkindi vakti, güneşin renginin sarardığı, batmaya meylettiği zamandır. İçinde sonbahar hüznünü de taşır. Yine, insanoğlunun da artık saçlarına ak düşüp, belinin yavaş yavaş bükülmeye başladığı, dünya lezzetlerinin de “acılaşmaya” başladığı döneme işarettir. İkindi vakti, insanoğlunun ve kainatın son dönemine de işaret eder. Yine, son peygamber olan Efendimiz’in (sas) vazifeye başlamasıyla âlemin son sürece girişini de hatırlatır. Biz ikindi vaktini yaşarken az sonra güneşin batacağını, yakında kendimizin ve kâinatın da öleceğini düşünürüz. İkindiyi eda edip de her şeyin batmaya doğru gittiğini görürken tek sığınılacak kapının Rabb’imiz ve O’nun Resulü’nün sünnet-i seniyyesi olduğunu tefekkür ederiz.


AKŞAM VAKTİ:
Ölüm ve kıyamet ânı

Artık gün batmıştır. Ferdi olarak imtihanımız bitmiş, son nefesimizi vermişiz. Ne güneşte o cebbar yakıcılıktan, ne de bizde küçük dağları ben yarattım havasından eser kalmıştır. Sonbahar gibi ikindinin tatlı serinliği geride kalmış, güneş kaybolmuş, hafif bir kızıllık dışında ondan hiçbir eser görünmüyor. Az sonra günle birlikte biz de karanlıklara karışmış olacağız. “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde…” (Tekvir, 81/1-3) ikazları kulaklarımızda çınlıyor. Akşam ezanı okunduğunda ve namaz için ellerimizi kaldırdığımızda sanki kendi cenaze namazımızla birlikte tüm kainatın cenaze namazını da kılıyor gibi oluruz. Önümüzdeki tabutta hem geride kalan gün, hem sonbahar mevsimi, hem kendi cesedimiz, hem de tüm canlıların naaşı vardır. Bu namaz bu kadar hüzünlüdür. Artık geriye dönüş yoktur. Alem susmuş, Sûr üfürülmüştür. Bütün diklenişler, bütü ceberrutluklar son bulmuş, müthiş bir sessizlik, alemi kaplamış, İlahi kader ânı beklenmektedir. Geriye dönüş artık mümkün değildir ve “keşke”ler, “eyvah”lar dönemi başlamıştır.


YATSI VAKTİ:
Büyük sessiz karanlık

Artık geride kalan ne güne ne mevsimlerin tatlılığına, ne de insan olarak “yaşadığımıza” dair hiçbir iz yok. Gündüzün ne sıcağı ne de ışığı kalmış. Bizim için de acı son gerçekleşmiş. Kimse, kendi torunlarımız bile bizi hatırlamıyor, çoğu ismimizi bile unutmuş. Hayat susmuş, kainat dahi ölmüş. Toprağın üstündeki tüm cıvıltı, kargaşa sona ermiş. Herkes hesap gününü bekliyor. İşte bu kadar karanlıklar içinde o geceyi ancak “teheccüd”ümüz aydınlatabilir, bize yoldaş olabilir. O karanlıkları aydınlatacak yegane nur kaynağı odur.


İKİNCİ SABAH VAKTİ:
Ba’sü ba’del mevt

Yeni doğan güneş ise haşrin sabahını ihtar eder. Sur yeniden üfürülmüş, ruhlar yeniden iade edilmiş, milyarlarca insan haşir meydanında toplanacak, ölüler yerden bitkiler gibi bitirilecek. İşte bu şuurla kılınan namazın kişiye faydası olur. “Desinler”, “görsünler” için kılınan namazın kimseye faydası olmadığı gibi maalesef zararı da olacaktır. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kesinliktedir. İşte bu beş vaktin her birinde bir mü’him, inkılâp başındadır.

Today’s Zaman yayın hayatına yarın başlıyor

Feza Gazetecilik çatısı altında dört aydır hazırlık çalışmalarını sürdüren İngilizce günlük Today’s Zaman gazetesi yayın hayatına yarın başlıyor.
Today’s Zaman’ın Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi olacağını söyleyen gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş, "Bu pencereden bakan herkes Türkiye’nin tam ve net bir fotoğrafını görecek." dedi.

Yerli ve yabancı gazetecilerden oluşan tecrübeli bir kadro tarafından hazırlanan Today’s Zaman, hem Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi hem de Türkiye’de yaşayan yabancıların gözü kulağı olmayı amaçlıyor. Bülent Keneş’in yönetiminde hazırlanan ve "Your Way of Understanding Turkey-Türkiye’yi Anlamanızın Yolu" sloganıyla yola çıkan Today’s Zaman’ın daha yayına geçmeden okuyucunun büyük teveccühüne mazhar olduğu öğrenildi. Abone sayısı şimdiden bini aşan gazetenin haberci ve yazar kadrosunda dünya çapında üne sahip isimler de yer alıyor. Türk kamuoyunun yakından tanıdığı İngiliz gazeteci Andrew Finkel, Amerikalı gazeteci Hugh Pope, Nicole Pope, Suzanne Swan, Pat Yale gibi pek çok ismin katkısını alan Today’s Zaman, tecrübeli bir haberci kadrosuyla yola koyuluyor.

Kırk civarında saygın kalemi bünyesine katan Today’s Zaman’ın yazarları arasında AP üyesi Cem Özdemir’den Ömer Taşpınar’a, Suat Kınıklıoğlu’ndan İhsan Dağı’ya, Mehmet Öğütçü’den Lale Sarıibrahimoğlu’na kadar değişik alanlarda uzman isimler yer alıyor.

"Today’s Zaman"ın Zaman Gazetesi’nin İngilizce bir versiyonu olmayacağını vurgulayan Genel Yayın Yönetmeni Keneş, aksine yayın mutfağından muhabir kadrosuna kadar başlı başına farklı bir gazete olarak hazırlanacağını ifade ediyor. Türkiye’de şimdiye kadar çıkan yabancı dildeki gazetelerle mukayese edildiğinde çıtayı oldukça yükseklere koyduklarını belirten Keneş, bu konuda iddialı olduklarını kaydetti. Pek çok sayfa ve köşeyi özgün bir şekilde üretip tasarladıklarını kaydeden Keneş, "Öyle ki, bırakın Türkiye’yi dünya basını için bile ilk olacak bazı özel köşe ve sayfa konseptleri geliştirdik." diyor. Türkiye’de yaşayan yabancıların ülkeye ve Türk toplumuna uyumunu kolaylaştıracak bir sayfa tasarladıklarını vurgulayan Keneş, "Burada gerek hukuki, gerek ticari, gerekse toplumsal ve kültürel açıdan yabancıların işine yarayacak tavsiyeler, bilgiler ve haberler vereceğiz." diye konuşuyor. Keneş, öte yandan yaşanan her günün dünya üzerindeki çeşitli etnik, kültürel ya da dini gruplar için ne ifade ettiğine ilişkin takvim niteliğinde özel bir köşe de yapacaklarını aktarıyor. Bu köşenin kültürler ve medeniyetler arasında işbirliği ve diyalog ortamı sağlayacak bir misyon üstlenmesini istediklerini belirten Keneş, ayrıca yabancılara bir nevi ‘Güzin Ablalık’ yapacak, onlara Türk toplumunun kültürel ve sosyal kodları konusunda tavsiyelerde bulunacak bir köşelerinin de bulunacağını kaydediyor.

Son yıllarda Türkiye’de gerek yerleşik yabancı sayısının gerekse yabancı yatırım miktarının hızla arttığını hatırlatan Bülent Keneş, "Hedef kitlemizin büyük bölümünü bu kişiler oluşturuyor. Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi olacağız. Bu pencereden bakan herkes İstanbul’undan Ankara’sına, Karadeniz’inden Güneydoğu’suna kadar Türkiye’nin tam ve net bir fotoğrafını görecek." şeklinde konuşuyor.

Bu amaçla yazarlarından yayın kadrosuna kadar alanında en az 15-20 yıllık tecrübesi olan çok güçlü bir kadro kurduklarını dile getiren Keneş, "Gazeteyi tasarlarken hiçbir konuda ucuzculuğa kaçmadık. Bundan sonra da her şeyin en iyisini yapmaya çalışacağız." değerlendirmesinde bulunuyor. Yapılanmalarını "Today’s Zaman"ı Türkiye’nin her köşesine ulaşacak şekilde gerçekleştirdiklerini ifade eden Keneş, Today’s Zaman’ın hem abone usulüyle eve teslim, hem de bayiden satışının olacağını hatırlatıyor. İstanbul, Zaman

TODAY’S ZAMAN’a abone olmak isteyenler aşağıdaki faks ve telefon numaralarını arayabilir.Müşteri hizmetleri tel: 0 212 454 1 444 Faks: 0 212 454 14 97

Baba Gitmesen Olmaz mı?

Kamyonlar uçsuz bucaksız çöllerin ortasında kendilerine eşlik eden yüklü bir toz bulutuyla el ele ilerliyordu. Konvoy az sonra büyük çadırların bulunduğu bir kamp yerine ulaştı. Etrafta binbir güçlükle dolaşan zenci kadınlar görülüyordu. Neredeyse iskelet halini almış yüzlerce insan bu çadırların arasında ne yapıyor olabilirdi?

Duran araçların birinden, genç ve güzel beyaz kadın kucağında zenci bir çocukla indi. Bembeyaz elbisesi ve beyaz teniyle tezat oluşturan kucağındaki çocukla etrafına “yardım edin” diye seslendi. Kamptakiler “yardım edin” feryadını çok duyduklarından olsa gerek oralı bile olmadılar.

Az sonra aynı arabadan iki adamın sürükleyerek getirdikleri zenci kadının çığlıkların da dönüp bakan olmadı. Bu, beyaz kadının kucağındaki zenci çocuğun annesi olmalıydı.

Beyaz kadının heyecanlı ve ısrarlı talebi sonunda karşılık buldu. Afrikalılar için kurulan bu sahra hastanesinin genç doktoru kadının yanına geldi. Rahat hareketlerle önce çocuğun, sonra annesinin nabızlarını kontrol etti ve yapılacak bir şey olmadığını söyleyerek oradan uzaklaşmak istedi.

Henüz ölmemişlerdi ve çocuk belki de ilk kez bu kadar sıkı kucaklanmıştı. Kadın tekrar seslendi; “Ne olur, onlara yardım edin.” Geri dönen doktor; “Çok zayıf düşmüşler, hastalık ilerlemiş ölecekler. Vaktimizi harcayamayız” deyiverdi. Kadın yıkılmıştı ama “Buna sen mi karar veriyorsun?” diye çıkışınca doktor, arkadaşlarına ilgilenmelerini söyleyip ayrıldı.

Birkaç saat sonra zenci kadın çadırda ameliyata alındı. Beyaz kadın meraktan içeri girdi. Zenci anne masanın üzerinde, karın bölgesi açılmış, iç organları gözüktüğü halde yatıyordu. Sadece insanlar aç değildi bu bölgede. Sinekler de açık olan karın bölgesinden nasiplerini almaya çalışıyorlardı.

Zenci kadının gözleri aralandı, inliyordu. Başında bekleyen beyaz genç kadın, doktora, “Acı çekiyor, uyuşturamaz mısınız?” dedi. Doktor alaycı bir ifadeyle, “Var da sanki işkence olsun diye uyuşturmuyoruz. Anlamıyor musunuz, hiç uyuşturucumuz kalmadı.” Sonra yanındaki Afrikalıya dönerek, “Sor bakalım, kadın acı çekiyor muymuş?” dedi.

Afrikalı adam sordu, karnı açılmış zenci kadın doktora baktı ve şöyle dedi “Açlıktan duyduğum acının yanında ameliyatın acısını hissetmiyorum bile.”

* * *

Film devam ediyordu, eşi oturma odasına gelmiş, sofra örtüsü serilmişti. Kulakları uğulduyordu, kendisine seslenen eşini hiç duymuyordu.

* * *

Bu bir filmdi. Angelina Jolie rolünü başarılı oynamıştı. Clive Owen zaten doktor bile değildi. Ekranın sağ alt köşesinde “Sınırların Ötesinde – Beyond Borders” yazıyordu ama… Gördüğü çocuklar bu film için kurgulanmış birer figüran olamazdı. Angelina Jolie, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği iyi niyet elçiliğine seçilmişti. Dünyadaki 9 iyi niyet elçisinden birisinin de Türkiye’den Muazzez Ersoy olduğu biliyordu.

Afrika ile ilgili çok şey dinlemiş, hatta bazı fotoğraflar da görmüştü ama bu kez seyrettiği olay, yüreğine dokunmuş, canını acıtmıştı. Kesin kararını vermişti İbrahim Bey. Bu acılı insanların ülkesine gidecekti. Kurban Bayramı da yaklaşmıştı. Belki bir şeyler yapabilirim diye düşündü.

Her Kurban Bayramı’nda Hicaz’ın yanık çöllerinden çaresiz bir kadının mecalsiz sesi gelirdi kulaklarına. Hazret-i İbrahim, atına atlamış son sürat koşturmakta, ardına bile bakmadan uzaklaşmaktadır. Hacer anamız, ardından avazı çıktığı kadar bağırır:

-Ey İbrahim, bizi kime bırakıp gidiyorsun?

Cevap yoktur. Hacer anamız cevap alamayacağını anlamıştır. İbrahim (a.s.) ses mesafesini geçmeden sorusunu değiştirir bu defa:

-Bizi bu ıssız çölde yapayalnız bırakmayı sana Allah mı emretti?

Hazreti İbrahim ardına dönmeden cevap verir:

-Evet.

Hacer anamız bunun üzerine derin bir nefes alır:

-Öyleyse O (c.c.) bizi korur.

Onlar ıssız çölde yalnız kalmasalardı, Kabe de bugünkü kutlu kalabalıklar olmazdı. Safa ve Merve’de insanlar koşmaz, Zemzem’e kanmazdı. Bütün bunlar tamamdı ama İbrahim (a.s.) neden ardına bakmadan uzaklaşmıştı hanımı Hacer ile oğlu İsmail’den? İbrahim Bey, her bayram beyninde bu soruya cevap arar fakat bulamazdı.

* * *

Atatürk Havaalanı… Bir günde binlerce ayrılığın bir o kadar da vuslatın yaşandığı, her an gözyaşlarının sel olup aktığı yer. Her anons yeni bir ayrılığın habercisidir. Son defa birbirine sarılanlar, el sallayanlar, hasretle bakanların harman olduğu yer.

Anons, Kongo’ya gidecek yolculara son çağrıyı yapıyordu. Hanımı sessizce ağlıyordu. Bakışlarındaki hasret kıvılcımları gönül harmanını yangın yerine çevirmişti. Çocuklarına tek tek sarıldı, ipek saçlarını okşadı, doya doya kokladı. Kızı Nilüfer boynunu bükerek;

-Baba gitmesen olmaz mı? dememiş miydi, o an yıkılmıştı. Ayakta zor duruyordu. Gözleri kararır gibi oldu. Beklemediği bir anda almıştı öldürücü darbeyi en sevdiği sürmeli meleğinden. İçinden “Bu soruyu sormasan olmaz mıydı be yavrum?” dedi. En küçüğü de bacağına sarıldı, babasını bırakmıyordu.

İbrahim Bey, kendini bırakmak, hislerine yenilmek istemiyordu. Hanımıyla son defa göz göze geldi. “Ne olur bana yardımcı ol” der gibiydi. Çocuk bırakmıyordu babasını. Annesi, ‘gel yavrum’ diye güç bela alabildi bacaklarından.

Hiç ardına bakmadan yürüdü son geçiş noktasına doğru. “Arkama dönersem dayanamaz, geri dönerim” diye geçirdi içinden. Ama o sırada birden bacağını sımsıcak bir şeyin sardığını hissetti.

Nasıl da sessizce gelmişti! Annesinden nasıl kurtulmuştu küçük meleği! Bittiği andı. Salıverdi kendini. Başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Geriye dönüp baktı yaşlı gözlerle. Her biri bir yere çökmüştü. Her zamanki gibi fedakârlık yine hanımına düştü. Geldi aldı İbrahim Bey’in kucağından yavrusunu. “Baba, baba!” feryatları yeri göğü inletse de küçük Nurefşan’ın, kara kıtanın kara yüzlü çocukları onu çağırıyordu. Çantasını aldı yerden, başını önüne eğdi ve yürüdü.

Uçakta yığıldı koltuğuna. Şimdi anladı Hz İbrahim’in (a.s.) niye ardına dönüp bakmadığını. Kahramanların hayatında “karar anlarının” olduğunu da. Uçak bulutların üstünde bir kuğu gibi süzülürken, İbrahim Havvas’ı hatırladı. Bizans’ın karanlık saraylarından “İbrahim Havvas!” diye haykıran çaresiz bir kadın sesi çınladı kulaklarında. İbrahim Havvas’ın hep o sese yürümesi gibi o da, kara kıtadan gelen çaresiz ve umutsuz seslere doğru süzülüyordu.

* * *

Kongo Havaalanı… Her taraf siyah renkli insanlarla doluydu. Beyazlardan çok çekmişlerdi. Hiçbir beyaz siyahlar için iyilik düşünmezdi onlara göre. Bu beyaz da, o ‘şeytanlardan’ olmalıydı. Uçağa bindirip geri göndermeyi düşündüler. İbrahim Bey, onların neler düşündüğünü çok sonraları öğrense de, havaalanından çıkar çıkmaz acı gerçekle yüz yüze gelmişti. Fanatik siyahlar elleriyle boğazlarını işaret edip “beyazlara ölüm” diyordu.

İlk işi ‘sizi seviyorum’ demesini öğrenmek oldu. Elini boğazına götürüp ‘beyazlara ölüm’ diyenlere o, ‘sizi seviyorum’ diyordu. Yürüdüğü sokaklarda herkes kendisine nefretle bakıyordu.

Yaklaşan Kurban Bayramı’nın büyük bir fırsat olduğunu düşündü. Çaresizdi bu insanlar. Aç, hasta ama tok gözlüydüler. Türkiye’den cömertliğini yakından tanıdığı Veysel Bey’i aradı. Kongo’daki insanların çaresizliğini anlattı. Veysel Bey kendine yakışanı yaptı. Sonra Sadık Bey’i aradı. O da boş çevirmedi İbrahim Bey’i.

“Bu çok iyi” dedi, hasılat tam 63 tosun. Listeleri tanzim etti. En başa da Peygamberimizin (s.a.v.) adını yazmıştı. Veysel Bey öyle istemişti.

* * *

Yorulmuştu, uzandı mütevazı yatağına.

Bayram sabahı tekbirler getiriliyor, tosunlar kurban saatini bekliyordu. Biraz sonra kalabalık yarıldı. Elinde listeyle Peygamberimiz çıkageldi.

-Ya Rasulallah, buraya da geldiniz demek, diyerek Ona (sav) koştu İbrahim. Siyah yüzlü, çekik karınlı insanlar doldurmuştu etrafı. En karanlık gecede ansızın doğuvermişti “Ay yüzlü”. Umutsuzluktan karamış yüzlere yansıdı ay ışığı. Peygamberimiz (sav) başladı listeyi okumaya: Veysel, Sadık… Yedişer yedişer 63 kişilik listeyi tek tek okudu….

Kan ter içinde uyandı İbrahim Bey en güzel uykudan. Yanaklarından yaşlar süzülürken ‘işte geldi’ dedi. “Adımın anıldığı her yere giderim” demişti. Şimdi buralarda da bizim başımızı okşuyor diye düşündü. “Buralarda çok az biliniyorsun ya Rasulallah” diye inledi.

Yaz geceleri kısa olur ama o bitmek bilmez bir yaz gecesinin tam ortasındaydı.

* * *

Kongolular, bu beyaz adamın yaptıklarına hala inanamıyorlardı. Bir beyaz, nasıl olur da siyahlar için kurban keserdi? Günlerce et yüzü görmemiş insanlar sıraya giriyor, poşetlere doldurulan etlerini alıp evlerine gidiyorlardı.

Ülkenin en meşhur pop sanatçıları da olayı duyup gelmiş, dağıtım işine yardımcı oluyorlardı. Siyah yüzlü, kara gözlü, sıska çocukların et poşetini aldıklarında sevinç reveransları görülmeye değerdi. Bir çocuğunun elinden tutmuş, diğerini kucağına almış çaresiz kadınların eti aldıklarında, o umutsuz siyah yüzlerine düşüveren mutluluğun fotoğrafı görülmeğe değerdi.

Az ilerde boynu bükük, sevimli bir siyah çocuk gördü İbrahim Bey. Kucağına aldı, öptü, kokladı onu. Kendi çocukları geldi aklına. “Ha beyaz, ha siyah. Hepsi bizim güllerimiz bunlar, bizim umutlarımız” dedi içinden. Onun eline de bir et paketi tutuşturdu. Çocuk koştu annesine. Sevinçle bir şeyler söylüyordu.

İbrahim Bey ‘poşete çok sevindi galiba’ dedi kendi kendine. Tercüman çocuğun sözlerini tercüme etti. Meğer çocuk ete sevinmemiş. “O beyaz adam başımı okşadı, sevdi beni” diyormuş annesine.

İç savaşta 3.5 milyon insan ölmüş, bir o kadar da yaralı, yetim ve öksüz kalmıştı burada. Her tarafta yetimhaneler. 7.8 büyüklüğündeki son depremde çok büyük can kaybı yaşanmıştı.

“İyi ki gelmişim buralara” diye geçirdi içinden. “Beyazlara ölüm” işaretiyle tehdit edilirken, İbrahim Bey bir anda siyah insanların ak gönüllerine taht kurmuştu.

Ama işleri daha bitmemişti.

Kano denilen küçük bir kayıkla uzaktaki bir kabileye et götürüyorlardı. Dört saat süren tehlikelerle dolu nehir yolculuğundan sonra bir kabileye varıyorlar. Kabile reisi, yardımdan son derece memnun oluyor. İlk defa bir beyazdan ve bir Müslüman’dan yardım görüyorlarmış. Reis bırakmıyor İbrahim Bey ve arkadaşını. Onları uzun uzun dinliyor. Sorularına aldığı cevaplar onu sonu gelmez güzelliklere alıp götürüyor. Gül seriyorlar İbrahim Bey’in yollarına. Bütün kabile dökülüyor yollara, kalabalığın sevgi gösterilerinden saatlerce ulaşamıyorlar kayıklarına. Reis, “Bize bunca güzellikleri bundan sonra kim anlatacak? Bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz” diye bağırıyor arkalarından. Bütün kabile el sallıyor.

* * *

İbrahimler yanmaktan, İsmailler kurtuluyordu kurban olmaktan.

* * *

Nitekim Kazan Türklerinden Abdürreşid İbrahim, çocuklarının;

-Babacığım, bizi kime bırakıp gidiyorsun? feryatları arasında ayrılmamış mıydı Kazan’dan? Perişan alem-i İslam’ı ve bütün Asya’yı baştan başa dolaşan bu müthiş seyyah İstanbul’a uğradığında, merhum Akif’in ifade gücünü görünce ona:

-“Sen bütün Asya’yı, Afrika’yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşayan Müslümanların ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Onları görmeli, dinlemelisin. Onlar da seni görmeli ve dinlemeli” dememiş miydi? İşte Akif “Vaiz kürsüde” şiirinde onu anlatır.

Akif bütün bir Asya’yı dolaşamadı ama “Asım’ın Nesli” kıtalar arşınlıyor.

Ölümsüz sultanlar, tacı tahtı terk etmesini, nefsini kurban etmesini bilenler değil midir?

Not: Gurbetleri vatan, nefislerini kurban kılanlara bayram ola…

Harun Tokak, Yeni Şafak, 31.12.2006

Kalbi ılık mı, kılıbık mı?

A. KADİR SÜPHANDAĞI
İki arkadaş cami avlusunda oturmuş konuşuyorlardı. Arkadaşlardan birisi ‘Bu akşam arkadaşlarla maç izlemeye gideceğiz, sen de gelir misin?’ diye sordu. Soruyu soranın durumuna bakılırsa arkadaşının sevinç içerisinde ‘evet’ diyerek onaylamasını bekliyordu. Ama beklenen olmadı.
Arkadaşının yüzüne ciddi bir yüz ifadesiyle bakan genç, “Hayır maça gelemem. Biliyorsun ben evlendim, artık gözü yolda olan ve sürekli evde bekleyen bir eşim var. Bundan böyle hayatıma daha dikkat etmeliyim.” dedi. Bu ifadeyi duyan arkadaşı önce hayretle baktı arkadaşının yüzüne, ardından alaylı bir tavırla “Vay, vay, vay kılıbık kardeşim, yüreği sevgi dolu pek muhterem ev erkeği, bakıyorum da ilk haftada boyunun ölçüsünü almışlar. Nedir bu evdekileri ihmal etmemeliyim, artık maça gelmeyeceğim lafları?” diyerek yeni evli genç arkadaşını ayıpladı.

Yeni evli genç tam ağzını açmış arkadaşına bir cevap verecekti ki yan taraflarında oturan nur yüzlü bir dedenin konuşmasıyla başını o tarafa çevirdi. O zamana kadar olanları göz ucuyla takip eden dede söze karıştı. “Gençler kusura bakmayın az önce konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Ve bu misafirlik beni yıllar öncesine götürdü. Şimdi müsaadenizle size o gün başımdan geçen ve bugün sizin sayenizde hatırladığım olayı anlatmak istiyorum.” diyerek başladı anlatmaya.

“Yeni evlenmiştim, mahalleden çok sevdiğimiz arkadaşlar bir program yapmış, birlikte eğlenmek istemişlerdi. Tabii beni de çağırmışlardı. Durumu eşime anlatarak gittim; ama akşam olmak üzereyken geri döneceğime dair söz verdim. Kalkmak üzere hareket edince durumu arkadaşlarıma izah etmeye çalıştım ama hepsi birden anlaşmışlar gibi az önce arkadaşının sana ‘maça gelmiyorum’ dediğin için söylediği şeyleri söylediler. Kimisi kılıbık, kimisi korkak kimisi ‘daha önce böyle değildin, evlendin böyle oldun’ tarzında şeyler söylediler. Anlayacağınız zor durumdaydım. Ya eve gidip akşamı eşimle geçirmeyi tercih ederek korkak ve kılıbık olacak, ya da arkadaşlarımla kalarak onların baskısıyla güya kazak erkek olduğumu ispatlayacaktım. Her şeyi göze alarak oradan ayrılmaya karar verdim. Yolda gelirken evimize çok yakın olan caminin hocasıyla karşılaştım.

Durumu ona açmaya karar verdim. Söylediği “Sen kılıbık değil, kalbi ılıksın.” ifadesi o kadar hoşuma gitti ki, o günden bugüne ismim hep kalbi ılık olarak kaldı. Bu yüzden ben bunca hayatım boyunca evde asıp kesen, sövüp döven, bağırıp çağıran, kırıp dökenlerle değil, kalbi ılıklarla oturup kalkarım. Öylelerinin aslında erkeklik dedikleri onları pohpohlayan nefislerinden başkası değil. Hz. Peygamber gerçek pehlivanı bize bakın nasıl anlatıyor: “Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hakim olabilen kimsedir.” (Müslim, Birr, 106)

Sonra beni bir kenara çekerek konu ile ilgili Hz. Peygamber’in söylediği birkaç hadisi de ekleyerek şu kalbi ılığı evde bekleyen eşinin yanına gönderdi.

Biz bazen yabancıya bir melek gibi davranır, yüzüne güleriz de eve geldiğimizde bizden sevgi bekleyen ev halkına karşı ifrit kesiliriz. Yabancı insan ne yapsın senin güzel ahlakını. Evet, elbette ki ona da güzel davranılmalı; ama, güzel davranış, yani güzel ahlak ilk başta hayatı birlikte yaşadıklarımıza lazım değil mi?

Bir başka yerde de yine en hayırlıdan bahseden Allah Resulü usvetül hasene olarak kendisini de örnek göstererek bize olmamız gereken hali anlatıyor. Hz. Aişe anlatıyor: “Hz. Peygamber (sas) buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı hayırlı olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım…” O gün bana korkak diyen ve kılıbık olmakla eleştiren arkadaşlarımın birçoğu ya eşinden ayrıldı ya da zehir zemberek bir aile hayatları oldu. Oysa Allah Resulü’nün sözlerini hayatıma düstur edindiğim için evim çoluk çocukların oynaştığı bir cennet köşesine döndü. Varsın bana korkak desinler. Ben Rabbimin ne dediğine kulak verir, her zaman kalbi ılıklardan olmayı tercih ederim.” Hakkınızı helal edin.

Dedenin bu anlattıklarından sonra kendisini maça davet eden arkadaşının yüzüne anlamlı anlamlı bakan genç “Sen istersen bana kılıbık demeye devam et. Ben maça gelmeyerek evde dört gözle beni bekleyen eşimin yanına giderek “Kalbi ılık”lardan olmaya kararlıyım.” diyerek ayrıldı. Dede, gencin arkasından gülerek bakıyordu.

‘Yavuz’ ve ‘Selim’ bir sultan

HASAN CANDAN-ERSİN SÖĞÜTLÜ
Yavuz Sultan Selim, “Önümüzde Fahr-i Kâinat Efendimiz yürümekteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” diyerek Mısır seferinde, Sina Çölü’nü ordusuyla birlikte yürüyerek geçmiştir.
Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu padişahı olan Yavuz Sultan Selim, kısa süren padişahlık dönemine rağmen nice ülkeler fethetmiş, büyük işler başarmış, efsane kahramanlardan biridir. O, bu kısa süre zarfında dönemin iki büyük devletini yıkmış, İslam’ın bayraktarlığını üstlenmiş, halifelik makamının Osmanlı’ya geçmesini sağlamıştır. Yaptıkları sayfalara sığmayacak bu büyük kahramanın hayat kitabından size birkaç yaprak sunmak istiyoruz:

YAVUZ SULTAN SELİM’İN KAFTANI

Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal’in yanında bulunmaktadır. Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazade’nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” Ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.

YA SEN BİZİ KİMİNLE SANIRDIN?!

Hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz Sultan Selim, kısa fakat dolu dolu geçen hayatında küçük bir çıbana yenik düşer. Son anlarında yanında Hasan Can vardır. Yavuz, Hasan Can’a sorar:

– Hasan bu ne hâl?

– Şimdi Allah ile birlikte olma zamanıdır sultanım!

Cevap oldukça düşündürücüdür.

– Bre Hasan, sen bunca zamandır, bizi kiminle bilirdin?!

Yavuz Sultan Selim’in konuşmaya mecali kalmamıştır. Mushaf-ı Şerif’i işaret eder. Hasan Can güzel sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Okumaya başlamasıyla yüzünde huzurun izleri halelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır etrafa. Koca Sultan belki de ilk kez böyle tebessüm eder dünyaya.

ÖNÜMÜZDE FAHR-İ KÂİNAT YÜRÜYOR!

Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenler olduysa da onları susturmasını bildi. Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir:

Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir. Fakat Yavuz, büyük bir edeb ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükunet ve edeple şöyle der: “Önümüzde, Fahr-i Kâinat Resûlullah Efendimiz Hazreti Muhammed yürümükteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.

PARLAYAN KILIÇ

Venedik’ten bir elçi gelmiştir. Herkesin cihanı titreten padişahı görmek isteyip de göremediği bir devirdir. Elçi, Koca Sultan’la görüşüp ülkesine geri döner. Ülkedeki üst düzey yöneticiler başta olmak üzere herkes bu heybetli sultanın nasıl birisi olduğunu öğrenmek istemektedir. Elçiye cihan sultanı Yavuz’un nasıl birisi olduğunu sorarlar.

– Göremedim, der elçi. Merak ederler:

– Huzuruna girdiğin, yanına kadar vardığın hâlde nasıl göremedin?

Bunun üzerine elçi şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır:

– Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.

Kısa sürede Venedik elçisinin bu sözleri Osmanlı Sultanı’nın da kulağına gelir ve haşmetli Sultan şunları söyler:

– Paşalarım, der. Osmanlı Devleti’nin kılıcı parladığı müddetçe zalimlerin boynu daima eğik gezecektir. Ama Allah korusun, bu kılıç ne zaman ki kınına girer de paslanmaya başlarsa, işte o zaman kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.

YAVUZ SULTAN SELİM

Osmanlı sultanlarının dokuzuncusudur. Amasya’da doğdu. Babası II. Bayezid padişah olduktan sonra Trabzon’a vali olarak tayin edildi. 1512’de babasının yerine tahta geçti. İlk seferini Safeviler üzerine yaptı. 1514’te Safevileri Çaldıran Savaşı’nda mağlup etti. İkinci seferini Memlüklülere yapan Yavuz Sultan Selim, onlara karşı Mercidabık ve Ridaniye zaferlerini kazandı. 30 Aralık 1517’de üç büyük din için de önemli olan Kudüs’ü fethetti. Daha sonra yönünü Batı’ya çeviren Yavuz, Batı seferine çıkacağı sırada şirpençe hastalığına yakalandı ve kısa bir süre sonra vefat etti. Naaşı kendi adıyla anılan Fatih’teki caminin avlusundaki türbededir.

Hiç böyle bir hamsi tarifiniz oldu mu?

A. KADİR SÜPHANDAĞI
Sene 1967. Yer İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursu… Kursta cuma günleri yemekte balık çıkıyor. Kimi hafta hamsi, kimi hafta da palamut geliyor sofralara. Yine bir cuma günü öğrenciler iştahla yemeği bekliyor; ama umdukları olmuyor. Yemekte hamsi yoktur. Ya o günlerde balık bulunamamış ya da gerekli para temin edilememişti. Öğrenciler balık yiyememenin hüznüyle derse girdiklerinde hamsinin muhabbeti hâlâ devam ediyordu. O yıl kursa yeni katılan hocaları onlara bir sürpriz yaptı. “Çocuklar bugün hamsi yiyemediniz. Ben size bir ömür boyu her istediğinizde yapabileceğiniz bir hamsi tarifi yapayım.” dedi. Derslerine giren kişi, 29 yaşındaki Fethullah Gülen’den başkası değildi. Hocaları tahtaya kocaman bir HAMSİ yazıp başladı anlatmaya:
“Hamsi’nin ‘H’si HEDEF’tir. Bir insanda, bir toplumda, bir nesilde hedef yoksa başarı da yoktur. Hangi dalda olursa olsun, hangi milletten olursa olsun başarmış insan görürseniz o başarının ardındaki sır mutlaka ilk önce hedef kaynaklıdır. Tabii hedef tek başına bir şey ifade etmez.

Bunun için hamsi’nin ikici harfi olan A’ya ihtiyacımız var. Hamsi’nin A’sı AZİM’i oluşturuyor. Hedefe varabilmek için azim ve gayretli olmak gerekir, azim ve gayret olmadan hedefe varacaklarını düşünenlerin ömürleri kuru bir hayalin peşinden koşmakla geçer.

Hamsi’nin ‘M’si ‘MÜCAHEDE’dir. Cehd ortadan engelleri kaldırır, yani azmetmek yetmez, bir de donanımlı olmak ve mücadele etmek gerekir.

Dördüncü vazgeçilmez maddemiz ‘S’dir. S’nin dilimizdeki ve tarifimizde yeri SEBAT’tır. Sebat, yani sabır. Bütün bunlar bir bir gerçekleşse bile, bütün ruhi ve kalbi dinamikleriyle geleceğe kilitlenmiş ideal insanında sebat yoksa, en zayıf anda emek ve gayretlerin boşa çıkabileceği acemi, hırs ve kin dolu yanlış hamlelerle o güne kadar yapılanları kumdan bir kale gibi negatif dalgalarla karşı karşıya getirir.

İ’ bu tarif içerisinde İSTİKRARI temsil ediyor. Ama merak etmeyin bütün bunlar varsa ortada istikrar var demektir. Bütün bunlardan sonra istikrar, işin ipinin Allah’ın kudret elinde olduğunun da deklaresidir.”

HEDEF Bir insanda hedef yoksa başarı beklenemez.Tek başına hedef bir şey ifade etmez.

AZİM Hedefin işe yaraması için azim gerekir. Ama sadece azim de kuru bir hayaldir.

MÜCADELE Azmin etkili olabilmesi için donanımlı olmak ve mücadele etmek gerekir.

SEBAT Donanımlı olmanın ve mücadele etmenin boşa çıkmaması için sabır önemli bir düsturdur.

İSTİKRAR Bütün bunların varlığı istikrar anlamına gelir ki; istikrar olmadan başarı da olmaz.

Duaya Cevap

Apartmandan çıkar çıkmaz soğuk hava yüzüne çarptı, ama onun zihni hala az önce okudukları bir cümleye takılı kalmıştı:

“Allah insanların duasını işitir ve onlara cevap verir, onlarla konuşur.”

Dalgın bir halde arabasına bindi. Anahtarı kontağa sokmadan önce, soğuğa aldırmadan, birkaç dakika daha bu konuyu düşündü. Nasıl? bu soru ruhunun derinliklerinden gelip zihnini bir bulut gibi kaplıyordu.

Nasıl?

Onun her şeyi duyabileceğinden zerre kadar şüphesi yoktu, ama yine de dualara nasıl karşılık verdiğini zihni kavrayamıyordu.
Sonunda, cevabi bulmayı zamana bırakmayı düşünüyordu ki, birden içinden bir ses “Bunu neden bir dua vesilesi yapmıyorsun?” dedi.

Sahi ya, onun elinden gelen dua etmekten başka ne olabilirdi? Yüksek sesle Rabbine seslendi:

“Allahim! Senin her kulunun kalbinden gecen arzulardan bile haberdar olduğunu biliyorum. Benim bu dileğimi de elbette duyuyorsun. Lütfen, duaları nasıl duyduğunu ve onlara nasıl cevap verdiğini bana öğret!”

Arabayı çalıştırdı ve ruhen rahatlamış bir halde evine gitmek üzere yola koyuldu. Ana caddede ilerlerken, birden garip bir duygu doğdu kalbinde. Bu duygu arabayı durdurup bir kutu süt almasını söylüyordu.

Önce kulak asmadı ve arabasını sürmeye devam etti. Ama ayni duygu bu defa daha güçlü bir şekilde benliğini sardı.

Bunun Rabbinden kendisine gönderilmiş bir işaret, bir mesaj olabileceğ ini düşünerek;

“Pekala Rabbim, sütü alacağım” dedi.

Bu, çok da zor bir sınav gibi görünmüyordu zaten.Arabadan inip bir kutu süt alacaktı o kadar. Öyle de yaptı ve yeniden yola koyuldu. Ana caddeden arabasını sürmeye devam ederken, bir ara sokağın ağzından geçiyordu ki, içindeki ses bu defa ona “O sokağa sap” diye emretti.

Önce sokağı geçti, ama duygu kuvvetlenince Peki diyerek geri donup o sokağa girdi. Sokaktan ilerledikçe binaların görünümü değişiyor ve iki katli binalar yerlerini tek katli derme-çatma barakalara bırakıyordu. Birkaç ev daha geçtikten sonra, ses durmasını söyledi. Arabayı sağa çekti ve etrafına bakındı. Burası tam anlamıyla bir gecekondu mahallesiydi. Ve evlerin çoğunun ışığı sönmüştü. Belli ki, sabah erkenden işe gidecek insanlar yataklarına girmişti bile. O bunları düşünürken, yüreğinin sesi bu defa ona su emri verdi:

“Git ve sütü sokağın karsısındaki yeşil evde yasayan insanlara ver.”

Genç adam eve baktığında onun pencerelerinden de diğerleri gibi ışık gelmediğini gördü.

Bu anlamsız bir şey diye düşündü bir an kendi kendisine. Bu evin insanları yataklarında uyuyorlar ve onları uyandırdığım takdirde aptal durumuna düşeceğim. Ama o ses “Git ve sütü ver!” dedi yine ona. Tereddüt etti uzunca zaman. Sonra aynı aksam ettiği duayı hatırladı. Ve bunun O’ndan bir işaret olabileceğine kanaat getirdi. Arabasından çıktı. İsterlerse bana aptal gözüyle baksınlar.

“Bu Rabb’imden gelen bir emirse eğer ona uyacağım” dedi kararlılıkla. Sokağın karşısındaki eve gitti ve zili çaldı. İçerden koşuşturmalar, gürültüler geldi.

“Kimsin? Ne istiyorsun?” dedi içerden bir erkek sesi. Aksanı farklıydı, ama söyledikleri anlaşılabiliyordu. Genç adam hemen oradan kaçıp uzaklaşmak istedi bir an. Fakat o bunu gerçekleştiremeden kapı açıldı. Fakir görünümlü bir adam açtı. Yüzünden hüzün okunuyordu, ama kapısında bir yabancıyı görmekten de fazla hoşnut değil gibiydi.

“Buyrun?” diyen ev sahibine sütü uzattı. “Bunu size getirdim.”

Adam sütü aldığı gibi içeri koştu. Daha sonra koridorun öteki ucundaki odadan çıkan bir kadın mutfağa doğru seğirtti hızla. Onu izleyen adamın kucağında ise bir bebek vardı. Ağlayan bir bebek. Adamın gözlerinden sicim halinde gözyaşları dökülüyordu. Yarı ağlayarak yarı konuşarak şunları söyledi:

“Şehre geleli iki ay oluyor. Hala iş bulamadım. Dostun ahbabın yardımları yla bugüne kadar geldik. Ama bugün bebeğimize süt alacak paramız yoktu. Sürekli dua ediyordum Allah’a bize süt göndermesi için.”

Mutfaktan kadının sesi geldi bu sırada. Onun söylediklerini anlayamadı, çünkü başka bir dil konuşuyordu. Kocası onun sözlerini genç adama tercüme etti:

“Ondan bize bir meleğiyle süt göndermesini istiyordum. Sen bir melek misin yoksa?”

Genç adam cüzdanındaki bütün parayı çıkarıp zorla adamın eline tutuşturdu. Ve adama bundan sonra onun için hep dua edeceğini, ve bir iş bulabilmesi için elinden geldiğince yardımcı olacağını söyledi.

Kelimeler boğazında düğümlenince, döndü ve arabasına bindi. Bu defa onun gözlerinden yaşlar dökülüyordu…

Artık Allah’ın kullarının dualarını nasıl duyduğunu, onlara nasıl cevap verdiğini daha iyi anlamıştı!

Dualarınızın hayırlara vesile olması dileğiyle ….

Selam Ve Dua ile…